Elin insanı yapabiliyor da biz neden yapamıyoruz meselesi hakkında...

Bu konu, çeşitli vesilelerle forumda hep gündeme geliyor. Buna rağmen, hak ettiği ölçüde kapsayıcı ve derinlikli bir şekilde ele alındığı kanısında değilim. Ben kendimce bunu yapmayı deneyeceğim. Tabii ki ortaya tartışılabilir bir metin çıkacak. Ama en azından derli toplu bir fikirler dizisi sunarak, konunun daha verimli bir şekilde tartışılmasına katkıda bulunmuş olurum diye düşünüyorum.

Bu arada... Yazacaklarımla, forumdan bazı kişileri kızdıracağımı hissedebiliyorum ama galiba bundan kaçınmak pek de mümkün değil.

Üstelik, felsefe kitaplarını falan geçtim; çoğu insanın orta boyda bir köşe yazısını okumaya bile tahammülü kalmamışken, sanıyorum uzun yazmak zorunda kalacağım.

Şu an bizler, tıpkı Titanik batarken çalmaya devam eden orkestra üyeleri gibi trajikomik bir durumun içerisindeyiz. Kör-topal da olsa var olan demokrasimizi, hak ve özgürlüklerimizi adım adım yitirirken, artık açık açık ümmetçilik methiyesi ve hazırlığı yapılırken, elin insanı şunu şunu neden yapabiliyor da biz yapamıyoruz konusunu tartışıyoruz.

"Yok öyle bir tehlike, o senin kendi kuruntun!" diyenler, şu anki Meclis aritmetiğine baksın. Sonra da üzerine ayartılabilecek belli sayıdaki vekilleri eklesin; ardından, 400 sandalye ile neler yapılabildiğine bir göz atsın.

Durum böyleyken, normalde "ülke olarak zaten bilim ve teknolojide ilerlemek gibi bir derdimiz yok ki" deyip, kestirip atmak belki de daha kolay bir yol olurdu. Yine de az önce sözünü ettiğim o orkestraya ben de katılacağım ama aykırı sesler çıkarmak şartıyla...

Belli bir yaşın üzerinde olanlar belki hatırlar, TRT'nin siyah beyaz tek kanal yayın yıllarında Komiser Columbo diye bir TV dizisi vardı. Bu komiser süklüm püklüm, gösterişsiz, fiyakasız ama olaylara düz-mantık bakmayan, keskin zekâlı, ilginç bir insandı. Dizinin bir bölümünde, cinayeti ispatlayabilmesi için cesedi bulması gerekiyordu. Öncelikle şüphe çeken yerlere sırasıyla bakmıştı, bu yerlerden birisi de bir inşaatın temeliydi. Ne yazık ki hiçbir yerde bulamadı. Sonra, risk alıp cesur davranarak, üstelik inşaatın temelindeki çalışmalar da artarak devam etmekteyken, itirazlara homurdanmalara aldırış etmeden aynı temele yeniden bakma kararı aldı. Gerekçesi şuydu: Bir şeyi saklamak için en uygun yer, daha önce aranmış olan yerdir. Ve haklı çıktı, cesedi ilk arama tamamlandıktan sonra aynı inşaatın temeline gömmüşlerdi.

Lafı uzatmak pahasına niye mi bu hikâyeyi anlattım?

Önce Nietzsche'nin bir sözünden yaptığım uyarlamayı yazıp, sonra ikisi arasındaki bağı kurayım: Bir davaya zarar vermenin en kolay yolu, o davayı hatalı ve/veya eksik argümanlarla savunmaktır.

İşte arkasında birçok neden yatan bir olguyu basite indirgeyerek açıklamış gibi yapmak da böyle bir şeydir. Okuyanlar, kökenine inildiğini zanneder ve eğer Komiser Columbo mizacına sahip değilse, o konuyu kapanmış sayar. Yani, konuyu tekrar deşilmesi zor bir yere gömmüş gibi olursunuz. Ve iyi niyetli olmanıza rağmen, yetersiz argümanlar yüzünden aslında o konuya zarar vermiş bile olabilirsiniz.

Bu yazdıklarım bazı kişilerde belki "kibir" çağrışımı yapabilir. Hiç öyle bir ruh hâli içerisinde değilim. Hatta keşke bunları yazmak zorunda kalmasaydım diyorum kendi kendime. Çalakalem yazan birisi olmadığım için, birkaç günümü harcama pahasına ve aslında dinlenmeye ihtiyacım varken yapıyorum bunu.

"Arkasında birçok neden yatan bir olgu" deyip de bunun içini doldurmadan bırakmak olmaz...

Bu iş çoook gerilerden başlayıp bugünlere kadar geliyor. Yani tarihsel, kültürel, dinsel kökleri var ama bunlarla da sınırlı değil. Ben kendi görebildiklerimi sıralayayım:

(Bir şeyin kökenini gerilere dayandırmak söz konusu olduğunda, "kavimler göçüne kadar geri gitseydin bari..." veya "big bang'den başlayacaksın diye korktum bir an..." gibi alaycı tepkilerle karşılaşabiliyoruz. Bu tepkileri, sohbetin eğlenceli hâle gelmesi bakımından hoş ve masum karşılayabiliriz ama bizi, "kültürel genler" kavramını göz ardı etme noktasına kadar taşımasına izin vermemeliyiz.)

  • Avrupa'nın yaşadığı Rönesans'ın dışında kalmış olmak.
  • Hangi dönemde olursa olsun, dinsel ögelerle çağın gelişmeleri arasında geçiş köprüleri oluşturamamış olmak.
  • Dine sonradan (insan eliyle) eklenmeye çalışılan hurafelerin boyunduruğundan kurtulamamak.
  • Şükretme / bir lokma bir hırka felsefesi, azıcık aşım ağrısız başım anlayışı.
  • Suyun yönünü değiştirmektense, kendini suyun akışına bırakmayı tercih eden kaderci anlayış.
  • "Padişahın kulu olma" ve biat anlayışı (bugün bile devam ediyor).
  • Osmanlı döneminde zanaat kabul edilen dalların hep gayrimüslimlerin elinde olması.
  • Felsefenin boş iş, laf ebeliği gibi görülmesi.
  • Eğitim sisteminin sorgulama-araştırma temeline oturmamış olması.
  • Gerçek demokrasi için eğitim ve kültür gerekli iken, bu konuda yeterli seviye tutturulamadan çok partili hayata geçilmiş olması (eğitim ve kültürün ön planda olduğu demokrasilerde, kitleler kendisini dibe çekecek hamasi ve boş laf üreten siyasetçilere prim vermeyip, kendisini her anlamda ileri taşıyacak yönetimleri iş başına getirir).
  • Turgut Özal dönemi ile büyük ivme kazanan; tüketim çılgınlığı, köşe dönmecilik anlayışı, ilkesizlik ve yozlaşmanın her türü.
  • Aynı döneme denk gelen özel TV kanallarına toplumun hazırlıksız yakalanması (bu iki olgunun oluşturduğu "olumsuz sinerji").
  • Şeklen modernleşme görüntüsü var olsa bile, ataerkil zihniyetin ve bunun dayattığı itaatçi anlayışın hâlâ belli düzeyde devam ediyor olması (ailelerde, okullarda ve diğer alanlarda).
  • Fikir özgürlüğünün siyasi ve toplumsal baskılarla hep sınırlanmak istenmesi.
  • Üretme kavramının mal ve hizmetler ile sınırlı kalıp, fikir üretmenin hor görülüyor olması.
  • Yalnızca malları değil, fikirleri de ithal etme kolaycılığımız, tembelliğimiz.
  • Haklarına sahip çıkan bilinçli yurttaş kavramı gelişmediği için; kıt kaynakları saçıp savurmaya ve onları eş-dost-yandaş çevresini zenginleştirmek için kullanmaya eğilimli siyasi çevrelerin kendini optimizasyon uygulamaya zorunlu hissetmemesi (optimizasyon, yalnızca kaynakların verimli/etkin kullanımını sağlamaz, aynı zamanda kişi ve kurumları yenilikçi/gelişmeci olmaya zorlar, entelektüel düzeyi artırıcı etki yapar).
  • "Türk gibi başlamak" sözü ile kendini belli eden, bir işi hem kısa hem uzun vadede en iyi sonuç verecek şekilde yapmaktan çok, tez canlı bir biçimde hemen ona başlamayı marifet sayan huyumuz. Bundan kaynaklanacak şekilde, fikirsel-teorik çalışma ağırlıklı ön hazırlık aşamasının sıkıcı ve/veya önemsiz görülüyor, çoğunlukla da es geçiliyor olması.
  • Modern sosyal devlet olmak yerine, "devlet baba" sosu ile harmanlanmış alaturka kapitalizm uygulaması yüzünden; uluslararası acımasız rekabet ve yarışı kavramaya zaten isteksiz olan topluma, siyasetin de bunu yansıtmaktan kaçınması ("sizi bu yarışta çok gerilerde bıraktırıyoruz" demek işlerine gelmiyor).
  • Tüm bunların doğal sonucu olarak; sağlanamayan maddi refah, zihin (+ hayal gücü) serbestliğine ve risk alma cesaretine kavuşamama hâli.
  • Yaşam kalitesini ev araba sahibi olmak ve iyi kazanmakla sınırlı gören, yeri geldiğinde apartman hayatını bile birbirine zindan eden insanların sayısındaki büyük artış (kendisi okumaz, yazmaz, düşünmez, haberleri bile izlemezken; bunları yapmaya çalışan komşularını da engelleyip canından bezdiren insanlar... huzurun olmadığı yerde, zihinsel üretimler de büyük darbe alır).

Bunlardan basit görünen bir tanesini alıp açınca, bakın altından neler çıkacak...

* Şükretme / bir lokma bir hırka felsefesi, azıcık aşım ağrısız başım anlayışı

Demagojik yaklaşıma sahip biri hemen şunu söyleyebilir: İnsanların şükretmesinin, açgözlü olmamasının, elindekiyle yetinmesinin neresi kötü be hey münafık!..

Evet, eğer dünyada insanlar izole bireysel yaşamlar sürebiliyor olsaydı, gerçekten de tokgözlü olmak kötü değil hatta bir erdem sayılabilirdi. Peki ne yapacağız? Sırf uluslararası acımasız rekabet ve yarış ortamı var diye açgözlü mü olmamız gerekiyor? Sistem böyle diye, göz göre göre kendimizi kişilik kirlenmesine mi maruz bırakacağız? Burada bir paradoks var.

Hani denir ya; hayat bisiklete binmek gibidir, pedal çevirmeyi bırakırsan düşersin. Şu anki uluslararası düzen (veya içeride şirket rekabetleri) pek de öyle kısa vadede değişecekmiş gibi görünmüyor. Hatta tam tersine yarış tırmanıyor, ayakta kalmak zorlaşıyor.

Peki ben (kişi, şirket veya ülke olarak) "belli ölçüde kazanıp ihtiyaçlarımı karşılıyor olmak bana yetiyor" deme hakkına sahip olamayacak mıyım?

Eğer gerçek kapitalistler gibi menfaatçi, acımasız ve açgözlü olmak istemiyorsak (ki bence olmamalıyız), bunları kişiliğimizin bir parçası hâline getirmeden yine de o çetin yarışa ve rekabete ayak uydurmak gibi zor bir sorumlulukla karşı karşıyayız. Neden bir zorunluluk? Çünkü ekonomik ve teknolojik anlamda güçlü olanın, zayıf olanı ezdiği yuttuğu bir düzenin içerisindeyiz. (Hadi şimdi birisi bana "yok canım, o eskidendi şimdi her şey çok uygarca gerçekleşiyor, zayıf olanı ezmek şöyle dursun, ona yardım ediliyor" desin; hep beraber günümüz Ortadoğu'suna Afrika'sına, Çin-Amerikan ticaret ve petrol savaşlarına, NATO'nun Rusya'yı Ukrayna ve Gürcistan üzerinden kuşatma stratejisine bakıp bakıp gülelim!)

Geldiğimiz noktaya bakar mısınız?
İster dinsel, isterse felsefi gerekçelerle "bir lokma, bir hırka" anlayışına göre veya en azından kanaatkârca yaşamak isteyen insanlara; "kardeş, açgözlü olmadan ama sanki açgözlü biriymişsin gibi çalışıp üretmek zorundasın ve bunu da dededen nineden kalma yöntemlerle değil, kendini geliştirerek yapman şart" diyeceksiniz ve yönetim olarak da onlara bunun yolunu gösterip, koşullarını hazırlayacaksınız.

Af buyrun ama... Hem ikna hem de yolunu hazırlama işini yapacak yönetici görüyor musunuz ortalıkta?

Siyasetin bir kesimi meşrebine uymadığı için, diğer bir kesimi de "böyle siyaset yaparsam oy alamam" endişesiyle buna yanaşmaz.

Yalnızca bir maddeyi açmaya kalktık, bu kadar tuttu. Bu konuyu hakkını vererek iyice kapsamlı bir şekilde ele alsak, belki de koca bir kitap olur.

Son söz 1 : Maddeler hâlinde yazdığım kısmın oluşturduğu zemini bir tarla gibi düşünürseniz, Cumhuriyet'in ilanından 102 yıl sonra birilerinin ümmetçilik tohumlarını o tarlaya ekmeye yeltenecek cesareti nereden ve nasıl bulduğunu da anlamış olursunuz.

Son söz 2 : Sorunun, geçmişten gelen köklerinin de bulunduğunu ve tek nedenli değil "çok faktörlü" olduğunu belirtmiş olmam; açıktan veya imalı bir şekilde, onun çözümsüz olduğunu öne sürdüğüm anlamına gelmiyor. Tam tersine, doğru teşhis / doğru tedavi mantığıyla konuya çözümcü yaklaştığımın bir göstergesi bu yazdıklarım. Bu biraz da şuna benzer: Bir diş hekimi, kökü derinde diye çürük dişi çekmekten veya tedavi etmekten vazgeçmez ama ona uygun teknikler kullanır.
 
Genel olarak bir tartışma yaratmayacağım. Metinden bir iki parçaya itiraz etmem gerekirse
1-) Avrupa'nın yaşadığı Rönesans'ın dışında kalmış olmak.
İki kültür arasındaki farkları ortaya çıkarmak bile yeterli bunun cevabı için. Resim ve sanatta gelişememek sorun aristokratlar arasında bir sorun olabilir ancak. Bizde aristokrat sınıfı olmadığı ya da sürekli olarak değiştiği için böyle bir şeye ihtiyacımız yok. Çapanoğulları dışında Osmanlı'da ayanlık yaparak bir şekilde kendi aristokrasisini kurabilmiş kaç kişi var? Köprülü ailesi nerede? Merzifonlu ailesi nerede? Avusturyalı von Habsburg'un ailesi hala hayatta ve siyaset yapıyor.
2-) Kimse Padişah'ın kulu ve kölesi değildi. Biat kültürü sanılanın aksine Cumhuriyetten sonra gelmiş bir şey. Herkes Padişahın kulu olsa ne Celaliler isyan ederdi, ne ittihat ve terakki kurulurdu, ne padişahlar öldürülürdü. Baş belasına dönüşmüş yeniçerileri bile kapatmaya gücü yetmemiş Padişah kime söz geçirebilir? Gerçekten Biat edilen altı yedi padişah dışında hepsi için bunu söyleyebilir miyiz?

Bu sözler bu laflar hep ortadan seçmece şekilde Tanzimattan beri yıllardır birbirlerini tekrarlayan şeyler.
 
Genel olarak bir tartışma yaratmayacağım. Metinden bir iki parçaya itiraz etmem gerekirse
1-) Avrupa'nın yaşadığı Rönesans'ın dışında kalmış olmak.
İki kültür arasındaki farkları ortaya çıkarmak bile yeterli bunun cevabı için. Resim ve sanatta gelişememek sorun aristokratlar arasında bir sorun olabilir ancak. Bizde aristokrat sınıfı olmadığı ya da sürekli olarak değiştiği için böyle bir şeye ihtiyacımız yok. Çapanoğulları dışında Osmanlı'da ayanlık yaparak bir şekilde kendi aristokrasisini kurabilmiş kaç kişi var? Köprülü ailesi nerede? Merzifonlu ailesi nerede? Avusturyalı von Habsburg'un ailesi hala hayatta ve siyaset yapıyor.
2-) Kimse Padişah'ın kulu ve kölesi değildi. Biat kültürü sanılanın aksine Cumhuriyetten sonra gelmiş bir şey. Herkes Padişahın kulu olsa ne Celaliler isyan ederdi, ne ittihat ve terakki kurulurdu, ne padişahlar öldürülürdü. Baş belasına dönüşmüş yeniçerileri bile kapatmaya gücü yetmemiş Padişah kime söz geçirebilir? Gerçekten Biat edilen altı yedi padişah dışında hepsi için bunu söyleyebilir miyiz?

Bu sözler bu laflar hep ortadan seçmece şekilde Tanzimattan beri yıllardır birbirlerini tekrarlayan şeyler.

1) Bence bu, Rönesans'ın aklı ve genel olarak insan zihnini özgürleştirici boyutunu göz ardı edip, onu yalnızca belli sanat dallarındaki gelişmelere indirgeme yanılgısından kaynaklanıyor.

2) Bir an için tarihsel gerçekleri bir yana bırakalım; bunu doğru tartabilmemiz için basit bir soruyu cevaplamamız bile yeterli:

Madem öyle, Cumhruriyet'in ilanından tam bir asır sonra; insanları hiçbir şeye itiraz edemeyecek, "büyüklerimiz her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilir" diye düşünecek kıvama getirmek için ellerindeki her imkânı kullananlar ve TBMM'yi bile etkisiz hâle getirenler neden Yeni Osmanlıcılık siyaseti güdenlerdir? Aynı kesimin, yalnızca alkış ve pohpohlamaları kabul edip, protestolara asla tahammül edemiyor oluşunu neyle açıklayabiliriz?
 
1) Bence bu, Rönesans'ın aklı ve genel olarak insan zihnini özgürleştirici boyutunu göz ardı edip, onu yalnızca belli sanat dallarındaki gelişmelere indirgeme yanılgısından kaynaklanıyor.

2) Bir an için tarihsel gerçekleri bir yana bırakalım; bunu doğru tartabilmemiz için basit bir soruyu cevaplamamız bile yeterli:

Madem öyle, Cumhruriyet'in ilanından tam bir asır sonra; insanları hiçbir şeye itiraz edemeyecek, "büyüklerimiz her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilir" diye düşünecek kıvama getirmek için ellerindeki her imkânı kullananlar ve TBMM'yi bile etkisiz hâle getirenler neden Yeni Osmanlıcılık siyaseti güdenlerdir? Aynı kesimin, yalnızca alkış ve pohpohlamaları kabul edip, protestolara asla tahammül edemiyor oluşunu neyle açıklayabiliriz?
Akılcılık çoğunlukla Reform kaynaklı hatta büyük ihtimal Fransız devrimi ve ardından gelen sanayi devrimine kadar da akılcılığın bir önemi yok. Dünyanın Güneş'in etrafında dönmesi bile "iyi bir" mahkeme süreci ile engellenebiliyor. Akılcılığın yükselebilmesi için önce "kutsal" olanın yıkılması gerekiyordu. Bunu da Amerikan Bağımsızlık Deklarasyonu, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi başardı. ve Rönesans dediğimiz şey zenginlerin eline geçen ve birbirlerine hava atmak için sanatçıları destekledikleri bir dönem oldu. Benzer bir dönem Karalonj Rönesansı denilen bir dönemde de vardı. Madem Rönesans vari hareketler Akılcılığa yeterliydi Şarlman ile başlayabilirdi bu dönem. Medici değilsek ve sanat tarihi çalışmıyorsak rönesansın etkisi estetiğin ötesine çıkmıyor ne yazık ki.

İkinci kısma gelecek olursak. Bu hoşgörüsüzlük tahammülsüz tek taraflı bir şey değil diğer taraflar da onlardan aynı derecede nefret ediyor. Biri yeni osmanlı satıyorsa diğeri de laik Türkiye satıyor en uçtaki daha milli Türkiye satıyor, diğer uçtaki tamamen sosyalist Türkiye satıyor. Protestoları hiç bir taraf kabul etmiyor. Yani bu durumda tarafların birbirlerinden farklı şeyler söylüyor olması, yaptıkları arasında fark olduğunu göstermiyor. Bu dediğin aslında bir önceki sorunun devamı değil. Hangi tarafın daha popülist olduğu ile alakalı bir şey.

Son olarak buna ucundan da katılsam mevcut ekonomik düzen de (aşırı para endeksli) buna zorluyor insanı. Yani isyanı, devrimi bir taraftan da artık isyandan ya da devrimden başka seçeneği olmayan insan yapar gibi geliyor bana. Mevcut düzende de parası olmayan adam çok kolay dışarıda kalıyor.

Az öncede dedim bu laflar, bu mevzular tanzimattan beri üç aşağı beş yukarı aynı şekilde dönüyor.
 
bu konu kilitlenir, rezerve :)
"oryantalizm" konusunu oryantalistin gözlüğüyle görmeyen bir anlatı bulursanız sorun diye gördüklerinizin çoğu kendiliğinden çözülür (sandığınızdan zordur)
Bu konu, çeşitli vesilelerle forumda hep gündeme geliyor. Buna rağmen, hak ettiği ölçüde kapsayıcı ve derinlikli bir şekilde ele alındığı kanısında değilim. Ben kendimce bunu yapmayı deneyeceğim. Tabii ki ortaya tartışılabilir bir metin çıkacak. Ama en azından derli toplu bir fikirler dizisi sunarak, konunun daha verimli bir şekilde tartışılmasına katkıda bulunmuş olurum diye düşünüyorum.

Bu arada... Yazacaklarımla, forumdan bazı kişileri kızdıracağımı hissedebiliyorum ama galiba bundan kaçınmak pek de mümkün değil.

Üstelik, felsefe kitaplarını falan geçtim; çoğu insanın orta boyda bir köşe yazısını okumaya bile tahammülü kalmamışken, sanıyorum uzun yazmak zorunda kalacağım.

Şu an bizler, tıpkı Titanik batarken çalmaya devam eden orkestra üyeleri gibi trajikomik bir durumun içerisindeyiz. Kör-topal da olsa var olan demokrasimizi, hak ve özgürlüklerimizi adım adım yitirirken, artık açık açık ümmetçilik methiyesi ve hazırlığı yapılırken, elin insanı şunu şunu neden yapabiliyor da biz yapamıyoruz konusunu tartışıyoruz.

"Yok öyle bir tehlike, o senin kendi kuruntun!" diyenler, şu anki Meclis aritmetiğine baksın. Sonra da üzerine ayartılabilecek belli sayıdaki vekilleri eklesin; ardından, 400 sandalye ile neler yapılabildiğine bir göz atsın.

Durum böyleyken, normalde "ülke olarak zaten bilim ve teknolojide ilerlemek gibi bir derdimiz yok ki" deyip, kestirip atmak belki de daha kolay bir yol olurdu. Yine de az önce sözünü ettiğim o orkestraya ben de katılacağım ama aykırı sesler çıkarmak şartıyla...

Belli bir yaşın üzerinde olanlar belki hatırlar, TRT'nin siyah beyaz tek kanal yayın yıllarında Komiser Columbo diye bir TV dizisi vardı. Bu komiser süklüm püklüm, gösterişsiz, fiyakasız ama olaylara düz-mantık bakmayan, keskin zekâlı, ilginç bir insandı. Dizinin bir bölümünde, cinayeti ispatlayabilmesi için cesedi bulması gerekiyordu. Öncelikle şüphe çeken yerlere sırasıyla bakmıştı, bu yerlerden birisi de bir inşaatın temeliydi. Ne yazık ki hiçbir yerde bulamadı. Sonra, risk alıp cesur davranarak, üstelik inşaatın temelindeki çalışmalar da artarak devam etmekteyken, itirazlara homurdanmalara aldırış etmeden aynı temele yeniden bakma kararı aldı. Gerekçesi şuydu: Bir şeyi saklamak için en uygun yer, daha önce aranmış olan yerdir. Ve haklı çıktı, cesedi ilk arama tamamlandıktan sonra aynı inşaatın temeline gömmüşlerdi.

Lafı uzatmak pahasına niye mi bu hikâyeyi anlattım?

Önce Nietzsche'nin bir sözünden yaptığım uyarlamayı yazıp, sonra ikisi arasındaki bağı kurayım: Bir davaya zarar vermenin en kolay yolu, o davayı hatalı ve/veya eksik argümanlarla savunmaktır.

İşte arkasında birçok neden yatan bir olguyu basite indirgeyerek açıklamış gibi yapmak da böyle bir şeydir. Okuyanlar, kökenine inildiğini zanneder ve eğer Komiser Columbo mizacına sahip değilse, o konuyu kapanmış sayar. Yani, konuyu tekrar deşilmesi zor bir yere gömmüş gibi olursunuz. Ve iyi niyetli olmanıza rağmen, yetersiz argümanlar yüzünden aslında o konuya zarar vermiş bile olabilirsiniz.

Bu yazdıklarım bazı kişilerde belki "kibir" çağrışımı yapabilir. Hiç öyle bir ruh hâli içerisinde değilim. Hatta keşke bunları yazmak zorunda kalmasaydım diyorum kendi kendime. Çalakalem yazan birisi olmadığım için, birkaç günümü harcama pahasına ve aslında dinlenmeye ihtiyacım varken yapıyorum bunu.

"Arkasında birçok neden yatan bir olgu" deyip de bunun içini doldurmadan bırakmak olmaz...

Bu iş çoook gerilerden başlayıp bugünlere kadar geliyor. Yani tarihsel, kültürel, dinsel kökleri var ama bunlarla da sınırlı değil. Ben kendi görebildiklerimi sıralayayım:

(Bir şeyin kökenini gerilere dayandırmak söz konusu olduğunda, "kavimler göçüne kadar geri gitseydin bari..." veya "big bang'den başlayacaksın diye korktum bir an..." gibi alaycı tepkilerle karşılaşabiliyoruz. Bu tepkileri, sohbetin eğlenceli hâle gelmesi bakımından hoş ve masum karşılayabiliriz ama bizi, "kültürel genler" kavramını göz ardı etme noktasına kadar taşımasına izin vermemeliyiz.)

  • Avrupa'nın yaşadığı Rönesans'ın dışında kalmış olmak.
  • Hangi dönemde olursa olsun, dinsel ögelerle çağın gelişmeleri arasında geçiş köprüleri oluşturamamış olmak.
  • Dine sonradan (insan eliyle) eklenmeye çalışılan hurafelerin boyunduruğundan kurtulamamak.
  • Şükretme / bir lokma bir hırka felsefesi, azıcık aşım ağrısız başım anlayışı.
  • Suyun yönünü değiştirmektense, kendini suyun akışına bırakmayı tercih eden kaderci anlayış.
  • "Padişahın kulu olma" ve biat anlayışı (bugün bile devam ediyor).
  • Osmanlı döneminde zanaat kabul edilen dalların hep gayrimüslimlerin elinde olması.
  • Felsefenin boş iş, laf ebeliği gibi görülmesi.
  • Eğitim sisteminin sorgulama-araştırma temeline oturmamış olması.
  • Gerçek demokrasi için eğitim ve kültür gerekli iken, bu konuda yeterli seviye tutturulamadan çok partili hayata geçilmiş olması (eğitim ve kültürün ön planda olduğu demokrasilerde, kitleler kendisini dibe çekecek hamasi ve boş laf üreten siyasetçilere prim vermeyip, kendisini her anlamda ileri taşıyacak yönetimleri iş başına getirir).
  • Turgut Özal dönemi ile büyük ivme kazanan; tüketim çılgınlığı, köşe dönmecilik anlayışı, ilkesizlik ve yozlaşmanın her türü.
  • Aynı döneme denk gelen özel TV kanallarına toplumun hazırlıksız yakalanması (bu iki olgunun oluşturduğu "olumsuz sinerji").
  • Şeklen modernleşme görüntüsü var olsa bile, ataerkil zihniyetin ve bunun dayattığı itaatçi anlayışın hâlâ belli düzeyde devam ediyor olması (ailelerde, okullarda ve diğer alanlarda).
  • Fikir özgürlüğünün siyasi ve toplumsal baskılarla hep sınırlanmak istenmesi.
  • Üretme kavramının mal ve hizmetler ile sınırlı kalıp, fikir üretmenin hor görülüyor olması.
  • Yalnızca malları değil, fikirleri de ithal etme kolaycılığımız, tembelliğimiz.
  • Haklarına sahip çıkan bilinçli yurttaş kavramı gelişmediği için; kıt kaynakları saçıp savurmaya ve onları eş-dost-yandaş çevresini zenginleştirmek için kullanmaya eğilimli siyasi çevrelerin kendini optimizasyon uygulamaya zorunlu hissetmemesi (optimizasyon, yalnızca kaynakların verimli/etkin kullanımını sağlamaz, aynı zamanda kişi ve kurumları yenilikçi/gelişmeci olmaya zorlar, entelektüel düzeyi artırıcı etki yapar).
  • "Türk gibi başlamak" sözü ile kendini belli eden, bir işi hem kısa hem uzun vadede en iyi sonuç verecek şekilde yapmaktan çok, tez canlı bir biçimde hemen ona başlamayı marifet sayan huyumuz. Bundan kaynaklanacak şekilde, fikirsel-teorik çalışma ağırlıklı ön hazırlık aşamasının sıkıcı ve/veya önemsiz görülüyor, çoğunlukla da es geçiliyor olması.
  • Modern sosyal devlet olmak yerine, "devlet baba" sosu ile harmanlanmış alaturka kapitalizm uygulaması yüzünden; uluslararası acımasız rekabet ve yarışı kavramaya zaten isteksiz olan topluma, siyasetin de bunu yansıtmaktan kaçınması ("sizi bu yarışta çok gerilerde bıraktırıyoruz" demek işlerine gelmiyor).
  • Tüm bunların doğal sonucu olarak; sağlanamayan maddi refah, zihin (+ hayal gücü) serbestliğine ve risk alma cesaretine kavuşamama hâli.
  • Yaşam kalitesini ev araba sahibi olmak ve iyi kazanmakla sınırlı gören, yeri geldiğinde apartman hayatını bile birbirine zindan eden insanların sayısındaki büyük artış (kendisi okumaz, yazmaz, düşünmez, haberleri bile izlemezken; bunları yapmaya çalışan komşularını da engelleyip canından bezdiren insanlar... huzurun olmadığı yerde, zihinsel üretimler de büyük darbe alır).

Bunlardan basit görünen bir tanesini alıp açınca, bakın altından neler çıkacak...

* Şükretme / bir lokma bir hırka felsefesi, azıcık aşım ağrısız başım anlayışı

Demagojik yaklaşıma sahip biri hemen şunu söyleyebilir: İnsanların şükretmesinin, açgözlü olmamasının, elindekiyle yetinmesinin neresi kötü be hey münafık!..

Evet, eğer dünyada insanlar izole bireysel yaşamlar sürebiliyor olsaydı, gerçekten de tokgözlü olmak kötü değil hatta bir erdem sayılabilirdi. Peki ne yapacağız? Sırf uluslararası acımasız rekabet ve yarış ortamı var diye açgözlü mü olmamız gerekiyor? Sistem böyle diye, göz göre göre kendimizi kişilik kirlenmesine mi maruz bırakacağız? Burada bir paradoks var.

Hani denir ya; hayat bisiklete binmek gibidir, pedal çevirmeyi bırakırsan düşersin. Şu anki uluslararası düzen (veya içeride şirket rekabetleri) pek de öyle kısa vadede değişecekmiş gibi görünmüyor. Hatta tam tersine yarış tırmanıyor, ayakta kalmak zorlaşıyor.

Peki ben (kişi, şirket veya ülke olarak) "belli ölçüde kazanıp ihtiyaçlarımı karşılıyor olmak bana yetiyor" deme hakkına sahip olamayacak mıyım?

Eğer gerçek kapitalistler gibi menfaatçi, acımasız ve açgözlü olmak istemiyorsak (ki bence olmamalıyız), bunları kişiliğimizin bir parçası hâline getirmeden yine de o çetin yarışa ve rekabete ayak uydurmak gibi zor bir sorumlulukla karşı karşıyayız. Neden bir zorunluluk? Çünkü ekonomik ve teknolojik anlamda güçlü olanın, zayıf olanı ezdiği yuttuğu bir düzenin içerisindeyiz. (Hadi şimdi birisi bana "yok canım, o eskidendi şimdi her şey çok uygarca gerçekleşiyor, zayıf olanı ezmek şöyle dursun, ona yardım ediliyor" desin; hep beraber günümüz Ortadoğu'suna Afrika'sına, Çin-Amerikan ticaret ve petrol savaşlarına, NATO'nun Rusya'yı Ukrayna ve Gürcistan üzerinden kuşatma stratejisine bakıp bakıp gülelim!)

Geldiğimiz noktaya bakar mısınız?
İster dinsel, isterse felsefi gerekçelerle "bir lokma, bir hırka" anlayışına göre veya en azından kanaatkârca yaşamak isteyen insanlara; "kardeş, açgözlü olmadan ama sanki açgözlü biriymişsin gibi çalışıp üretmek zorundasın ve bunu da dededen nineden kalma yöntemlerle değil, kendini geliştirerek yapman şart" diyeceksiniz ve yönetim olarak da onlara bunun yolunu gösterip, koşullarını hazırlayacaksınız.

Af buyrun ama... Hem ikna hem de yolunu hazırlama işini yapacak yönetici görüyor musunuz ortalıkta?

Siyasetin bir kesimi meşrebine uymadığı için, diğer bir kesimi de "böyle siyaset yaparsam oy alamam" endişesiyle buna yanaşmaz.

Yalnızca bir maddeyi açmaya kalktık, bu kadar tuttu. Bu konuyu hakkını vererek iyice kapsamlı bir şekilde ele alsak, belki de koca bir kitap olur.

Son söz 1 : Maddeler hâlinde yazdığım kısmın oluşturduğu zemini bir tarla gibi düşünürseniz, Cumhuriyet'in ilanından 102 yıl sonra birilerinin ümmetçilik tohumlarını o tarlaya ekmeye yeltenecek cesareti nereden ve nasıl bulduğunu da anlamış olursunuz.

Son söz 2 : Sorunun, geçmişten gelen köklerinin de bulunduğunu ve tek nedenli değil "çok faktörlü" olduğunu belirtmiş olmam; açıktan veya imalı bir şekilde, onun çözümsüz olduğunu öne sürdüğüm anlamına gelmiyor. Tam tersine, doğru teşhis / doğru tedavi mantığıyla konuya çözümcü yaklaştığımın bir göstergesi bu yazdıklarım. Bu biraz da şuna benzer: Bir diş hekimi, kökü derinde diye çürük dişi çekmekten veya tedavi etmekten vazgeçmez ama ona uygun teknikler kullanır.
 
bu konu kilitlenir, rezerve :)
"oryantalizm" konusunu oryantalistin gözlüğüyle görmeyen bir anlatı bulursanız sorun diye gördüklerinizin çoğu kendiliğinden çözülür (sandığınızdan zordur)

Eğer elinizde hazır bir reçete varsa, dilediğiniz "anlatı" penceresinden ve dilediğiniz bakış açısıyla bunu bizimle paylaşma şansına sahipsiniz.

Ben kendi yaklaşımımı biraz daha açık ifade edersem...

"Biz adam olmayız" gibi bir anlayışı asla kabul etmiyorum.
Diğer yandan, bazı hedeflere ulaşılabilmesi için uygun zeminin ve koşulların oluşturulması gerektiğine inanıyorum.

Yazıda sıraladığım bazı maddeleri;
* Geçmişten kalan tortularını geleceğe taşımamak için elimizden geleni yapalım. Bunun dışında yapacak bir şey yok.

Diğer bazılarını;
* "İstim arkadan gelsin" mantığıyla zamana bırakalım.

Ama kritik önemdeki diğer bazılarını ise;
* Ortaya ciddi bir irade koymadan, bilinçli bir hazırlık yapılmadan, kendiliğinden gerçekleşemeyecek şeyler var. O yüzden, hiç zaman yitirmeden ve toplumsal seferberlik anlayışıyla bu konuların üzerine gidelim.

... şeklinde, farklı kategorilerde ele alabileceğimizi düşünüyorum.

Şu an içinde bulunduğumuz durum, kökleşmiş bir kısır döngü. Bu tür döngüler, kırılması en zor olanlardır.
Doğru tespit, doğru zamanlama ve eldeki araçları / kaynakları en uygun şekilde kullanma ile kırılabilir.

Bu açıdan bakınca; teslimiyetçi anlayış ile, sorunu hafife alan yaklaşım bizi aynı kör noktaya taşır diyebiliriz.
 
İlk önce kendimize sormak lazım.
Ben neden üretemiyorum? :)
Bilgi yok parada yok bende.:)

Bu konuyada aynı iletiyi yapıştırayım.
 
Orman küçülüyordu, ama ağaçlar yine de balta için oy kullanmaya devam ettiler. çünkü; baltanın sapı tahtadan yapılmıştı ve onu kendilerinden sandılar.

Kaçınılmazdı ormanın yok olması, fakat neşeliydi kökleri zedelenmiş ağaçlar. güvendikleri balta birer birer yok ediyordu, dallarında taşıdıkları umutları.

Hiçbirisi faili belli celladının farkına dahi varamadı. talan edilen ormanın karanlık gölgesinde, yeşeren yapraklarının heyecan ve mutluluğunu yaşıyorlardı.

Kör olmuştu hisleri, damarlara oksijen girmiyordu. yok olmanın eşiğinde, sağlıklı düşünemez oldular. yeşeren birkaç tane yaprağa aldanıp, kalakaldılar.

Sonları gelmişti artık, bir sabah ne kuşlar ötüyor ne de hayvanlar dolaşıyordu etrafta. koskoca orman bir avucun içi kadardı ve her şey için geç kalınmıştı.

Katledilmişti güzellik ve balta ulaşmıştı amacına. arkasını dönüp baktığında, bir zamanlar cıvıl cıvıl olan orman çöle dönmüştü, yok olmuştu umutlar.
 
Merhaba,

Rönesans, insan aklının kaçınılmaz olarak her zaman talep ettiği özgür olma arzusunun; sanat, felsefe ve edebiyat mitlerinde vücut bulmuş hâlidir.

Rönesans, yaratıcılığın akıl yoluyla özgürleşmesidir. Resim, heykel vs. diye basite indirgenemez. Bu köftenin harcında hem akıl, hem özgürlük isteği vardır.

Aristokrasinin bu durumu desteklemesi sebep değil, sonuçtur.

Rönesans o kadar önemlidir ki; reform, aydınlanma, Fransız devrimi gibi insanı ve onun aklını özgürleştiren bir çok olaya örnek teşkil etmiştir, özünde aynı olmakla birlikte farklı alanlarda öncüsüdür.

Osmanlı ahalisinde aklı kullanma ve özgür olma isteği olmadığı için destekleyecek zümrenin var olup olmaması anlam ifade etmez. Destekleyecek zümre yok diye aklı kullanma ve özgürlük talebinin gereği yoktur denemez. Sonuç, nedenden önce var olamaz.

Osmanlı ahalisi biatçıdır. Kulluk ettiği padişah değil, devlettir. Kulluğun sebebi ranttır. Rant kesildiğinde sorumlu devlet değil, devleti yöneten padişahtır. Padişahın kellesi alınır ama kimse “devleti yıkalım” demez, devlet babadır. Babadır çünkü devlet varsa, rant da vardır. Rant kültürü o kadar iğrençtir ki, cuma namazından çıkıp halife boğazlamaya gidilebilir. İhale fesatları, deprem sonrası çadır satılması, sel sonrası çizme fiyatalarının on misline çıkması, bağış edilen kanın para ile satılması, deprem yardımlarının farklı illerde mağazaları süslemesi, kısa yoldan zengin olma isteği, benim memurum işini bilir felsefesi, kamu malı yağması ve benzerleri rantsal kültürün günümüze yansımalarıdır.

Aynı zamanda dini/milliyetçi ayaklanmalar dışındaki tüm ayaklanmalar rantsaldır.

15. yy Avrupası’nın dinamosu Portekiz'di; Bartolomeu Dias, Vasco da Gama vb. ile Hindistan ve Afrika kıyıları taranırken, Osmanlı ahalisi fetihlerle gelen toprağın rantı peşindeydi. Günümüzün Dias’ı Bill Gates ise, Türk halkının durumu: “Dövlet bizeh bahmiiiir...”

Aklını kullanan kurucularımız ne kadar çabalasa da coğrafyamız insanı aklını kullanmayı ısrarla red ediyor. Başına gelen felaketlere ise yine ısrarla farklı bahaneler uyduruyor. İfade özgürlüğü gibi uç noktaları geçin, temel haklar bile küçük menfaatler karşılığında talep edilmiyor.

Yani 600 yılı aşkın süredir değişen bir şey yok, maalesef.

Saygılar,
Cihan
 
Turkiye'de kucuk sirketlerde ortaklar bir birini opmeye calisir. Cok az ortaklik uzun yasar.

Para kazanmaya baslaninca ortak goze batmaya baslar.

Turkun dusmana ihtiyaci yoktur. Yukselmeye basladiginda celme takan cok olur.
 
Bu konu, çeşitli vesilelerle forumda hep gündeme geliyor. Buna rağmen, hak ettiği ölçüde kapsayıcı ve derinlikli bir şekilde ele alındığı kanısında değilim. Ben kendimce bunu yapmayı deneyeceğim. Tabii ki ortaya tartışılabilir bir metin çıkacak. Ama en azından derli toplu bir fikirler dizisi sunarak, konunun daha verimli bir şekilde tartışılmasına katkıda bulunmuş olurum diye düşünüyorum.

Bu arada... Yazacaklarımla, forumdan bazı kişileri kızdıracağımı hissedebiliyorum ama galiba bundan kaçınmak pek de mümkün değil.

Üstelik, felsefe kitaplarını falan geçtim; çoğu insanın orta boyda bir köşe yazısını okumaya bile tahammülü kalmamışken, sanıyorum uzun yazmak zorunda kalacağım.

Şu an bizler, tıpkı Titanik batarken çalmaya devam eden orkestra üyeleri gibi trajikomik bir durumun içerisindeyiz. Kör-topal da olsa var olan demokrasimizi, hak ve özgürlüklerimizi adım adım yitirirken, artık açık açık ümmetçilik methiyesi ve hazırlığı yapılırken, elin insanı şunu şunu neden yapabiliyor da biz yapamıyoruz konusunu tartışıyoruz.

"Yok öyle bir tehlike, o senin kendi kuruntun!" diyenler, şu anki Meclis aritmetiğine baksın. Sonra da üzerine ayartılabilecek belli sayıdaki vekilleri eklesin; ardından, 400 sandalye ile neler yapılabildiğine bir göz atsın.

Durum böyleyken, normalde "ülke olarak zaten bilim ve teknolojide ilerlemek gibi bir derdimiz yok ki" deyip, kestirip atmak belki de daha kolay bir yol olurdu. Yine de az önce sözünü ettiğim o orkestraya ben de katılacağım ama aykırı sesler çıkarmak şartıyla...

Belli bir yaşın üzerinde olanlar belki hatırlar, TRT'nin siyah beyaz tek kanal yayın yıllarında Komiser Columbo diye bir TV dizisi vardı. Bu komiser süklüm püklüm, gösterişsiz, fiyakasız ama olaylara düz-mantık bakmayan, keskin zekâlı, ilginç bir insandı. Dizinin bir bölümünde, cinayeti ispatlayabilmesi için cesedi bulması gerekiyordu. Öncelikle şüphe çeken yerlere sırasıyla bakmıştı, bu yerlerden birisi de bir inşaatın temeliydi. Ne yazık ki hiçbir yerde bulamadı. Sonra, risk alıp cesur davranarak, üstelik inşaatın temelindeki çalışmalar da artarak devam etmekteyken, itirazlara homurdanmalara aldırış etmeden aynı temele yeniden bakma kararı aldı. Gerekçesi şuydu: Bir şeyi saklamak için en uygun yer, daha önce aranmış olan yerdir. Ve haklı çıktı, cesedi ilk arama tamamlandıktan sonra aynı inşaatın temeline gömmüşlerdi.

Lafı uzatmak pahasına niye mi bu hikâyeyi anlattım?

Önce Nietzsche'nin bir sözünden yaptığım uyarlamayı yazıp, sonra ikisi arasındaki bağı kurayım: Bir davaya zarar vermenin en kolay yolu, o davayı hatalı ve/veya eksik argümanlarla savunmaktır.

İşte arkasında birçok neden yatan bir olguyu basite indirgeyerek açıklamış gibi yapmak da böyle bir şeydir. Okuyanlar, kökenine inildiğini zanneder ve eğer Komiser Columbo mizacına sahip değilse, o konuyu kapanmış sayar. Yani, konuyu tekrar deşilmesi zor bir yere gömmüş gibi olursunuz. Ve iyi niyetli olmanıza rağmen, yetersiz argümanlar yüzünden aslında o konuya zarar vermiş bile olabilirsiniz.

Bu yazdıklarım bazı kişilerde belki "kibir" çağrışımı yapabilir. Hiç öyle bir ruh hâli içerisinde değilim. Hatta keşke bunları yazmak zorunda kalmasaydım diyorum kendi kendime. Çalakalem yazan birisi olmadığım için, birkaç günümü harcama pahasına ve aslında dinlenmeye ihtiyacım varken yapıyorum bunu.

"Arkasında birçok neden yatan bir olgu" deyip de bunun içini doldurmadan bırakmak olmaz...

Bu iş çoook gerilerden başlayıp bugünlere kadar geliyor. Yani tarihsel, kültürel, dinsel kökleri var ama bunlarla da sınırlı değil. Ben kendi görebildiklerimi sıralayayım:

(Bir şeyin kökenini gerilere dayandırmak söz konusu olduğunda, "kavimler göçüne kadar geri gitseydin bari..." veya "big bang'den başlayacaksın diye korktum bir an..." gibi alaycı tepkilerle karşılaşabiliyoruz. Bu tepkileri, sohbetin eğlenceli hâle gelmesi bakımından hoş ve masum karşılayabiliriz ama bizi, "kültürel genler" kavramını göz ardı etme noktasına kadar taşımasına izin vermemeliyiz.)

  • Avrupa'nın yaşadığı Rönesans'ın dışında kalmış olmak.
  • Hangi dönemde olursa olsun, dinsel ögelerle çağın gelişmeleri arasında geçiş köprüleri oluşturamamış olmak.
  • Dine sonradan (insan eliyle) eklenmeye çalışılan hurafelerin boyunduruğundan kurtulamamak.
  • Şükretme / bir lokma bir hırka felsefesi, azıcık aşım ağrısız başım anlayışı.
  • Suyun yönünü değiştirmektense, kendini suyun akışına bırakmayı tercih eden kaderci anlayış.
  • "Padişahın kulu olma" ve biat anlayışı (bugün bile devam ediyor).
  • Osmanlı döneminde zanaat kabul edilen dalların hep gayrimüslimlerin elinde olması.
  • Felsefenin boş iş, laf ebeliği gibi görülmesi.
  • Eğitim sisteminin sorgulama-araştırma temeline oturmamış olması.
  • Gerçek demokrasi için eğitim ve kültür gerekli iken, bu konuda yeterli seviye tutturulamadan çok partili hayata geçilmiş olması (eğitim ve kültürün ön planda olduğu demokrasilerde, kitleler kendisini dibe çekecek hamasi ve boş laf üreten siyasetçilere prim vermeyip, kendisini her anlamda ileri taşıyacak yönetimleri iş başına getirir).
  • Turgut Özal dönemi ile büyük ivme kazanan; tüketim çılgınlığı, köşe dönmecilik anlayışı, ilkesizlik ve yozlaşmanın her türü.
  • Aynı döneme denk gelen özel TV kanallarına toplumun hazırlıksız yakalanması (bu iki olgunun oluşturduğu "olumsuz sinerji").
  • Şeklen modernleşme görüntüsü var olsa bile, ataerkil zihniyetin ve bunun dayattığı itaatçi anlayışın hâlâ belli düzeyde devam ediyor olması (ailelerde, okullarda ve diğer alanlarda).
  • Fikir özgürlüğünün siyasi ve toplumsal baskılarla hep sınırlanmak istenmesi.
  • Üretme kavramının mal ve hizmetler ile sınırlı kalıp, fikir üretmenin hor görülüyor olması.
  • Yalnızca malları değil, fikirleri de ithal etme kolaycılığımız, tembelliğimiz.
  • Haklarına sahip çıkan bilinçli yurttaş kavramı gelişmediği için; kıt kaynakları saçıp savurmaya ve onları eş-dost-yandaş çevresini zenginleştirmek için kullanmaya eğilimli siyasi çevrelerin kendini optimizasyon uygulamaya zorunlu hissetmemesi (optimizasyon, yalnızca kaynakların verimli/etkin kullanımını sağlamaz, aynı zamanda kişi ve kurumları yenilikçi/gelişmeci olmaya zorlar, entelektüel düzeyi artırıcı etki yapar).
  • "Türk gibi başlamak" sözü ile kendini belli eden, bir işi hem kısa hem uzun vadede en iyi sonuç verecek şekilde yapmaktan çok, tez canlı bir biçimde hemen ona başlamayı marifet sayan huyumuz. Bundan kaynaklanacak şekilde, fikirsel-teorik çalışma ağırlıklı ön hazırlık aşamasının sıkıcı ve/veya önemsiz görülüyor, çoğunlukla da es geçiliyor olması.
  • Modern sosyal devlet olmak yerine, "devlet baba" sosu ile harmanlanmış alaturka kapitalizm uygulaması yüzünden; uluslararası acımasız rekabet ve yarışı kavramaya zaten isteksiz olan topluma, siyasetin de bunu yansıtmaktan kaçınması ("sizi bu yarışta çok gerilerde bıraktırıyoruz" demek işlerine gelmiyor).
  • Tüm bunların doğal sonucu olarak; sağlanamayan maddi refah, zihin (+ hayal gücü) serbestliğine ve risk alma cesaretine kavuşamama hâli.
  • Yaşam kalitesini ev araba sahibi olmak ve iyi kazanmakla sınırlı gören, yeri geldiğinde apartman hayatını bile birbirine zindan eden insanların sayısındaki büyük artış (kendisi okumaz, yazmaz, düşünmez, haberleri bile izlemezken; bunları yapmaya çalışan komşularını da engelleyip canından bezdiren insanlar... huzurun olmadığı yerde, zihinsel üretimler de büyük darbe alır).

Bunlardan basit görünen bir tanesini alıp açınca, bakın altından neler çıkacak...

* Şükretme / bir lokma bir hırka felsefesi, azıcık aşım ağrısız başım anlayışı

Demagojik yaklaşıma sahip biri hemen şunu söyleyebilir: İnsanların şükretmesinin, açgözlü olmamasının, elindekiyle yetinmesinin neresi kötü be hey münafık!..

Evet, eğer dünyada insanlar izole bireysel yaşamlar sürebiliyor olsaydı, gerçekten de tokgözlü olmak kötü değil hatta bir erdem sayılabilirdi. Peki ne yapacağız? Sırf uluslararası acımasız rekabet ve yarış ortamı var diye açgözlü mü olmamız gerekiyor? Sistem böyle diye, göz göre göre kendimizi kişilik kirlenmesine mi maruz bırakacağız? Burada bir paradoks var.

Hani denir ya; hayat bisiklete binmek gibidir, pedal çevirmeyi bırakırsan düşersin. Şu anki uluslararası düzen (veya içeride şirket rekabetleri) pek de öyle kısa vadede değişecekmiş gibi görünmüyor. Hatta tam tersine yarış tırmanıyor, ayakta kalmak zorlaşıyor.

Peki ben (kişi, şirket veya ülke olarak) "belli ölçüde kazanıp ihtiyaçlarımı karşılıyor olmak bana yetiyor" deme hakkına sahip olamayacak mıyım?

Eğer gerçek kapitalistler gibi menfaatçi, acımasız ve açgözlü olmak istemiyorsak (ki bence olmamalıyız), bunları kişiliğimizin bir parçası hâline getirmeden yine de o çetin yarışa ve rekabete ayak uydurmak gibi zor bir sorumlulukla karşı karşıyayız. Neden bir zorunluluk? Çünkü ekonomik ve teknolojik anlamda güçlü olanın, zayıf olanı ezdiği yuttuğu bir düzenin içerisindeyiz. (Hadi şimdi birisi bana "yok canım, o eskidendi şimdi her şey çok uygarca gerçekleşiyor, zayıf olanı ezmek şöyle dursun, ona yardım ediliyor" desin; hep beraber günümüz Ortadoğu'suna Afrika'sına, Çin-Amerikan ticaret ve petrol savaşlarına, NATO'nun Rusya'yı Ukrayna ve Gürcistan üzerinden kuşatma stratejisine bakıp bakıp gülelim!)

Geldiğimiz noktaya bakar mısınız?
İster dinsel, isterse felsefi gerekçelerle "bir lokma, bir hırka" anlayışına göre veya en azından kanaatkârca yaşamak isteyen insanlara; "kardeş, açgözlü olmadan ama sanki açgözlü biriymişsin gibi çalışıp üretmek zorundasın ve bunu da dededen nineden kalma yöntemlerle değil, kendini geliştirerek yapman şart" diyeceksiniz ve yönetim olarak da onlara bunun yolunu gösterip, koşullarını hazırlayacaksınız.

Af buyrun ama... Hem ikna hem de yolunu hazırlama işini yapacak yönetici görüyor musunuz ortalıkta?

Siyasetin bir kesimi meşrebine uymadığı için, diğer bir kesimi de "böyle siyaset yaparsam oy alamam" endişesiyle buna yanaşmaz.

Yalnızca bir maddeyi açmaya kalktık, bu kadar tuttu. Bu konuyu hakkını vererek iyice kapsamlı bir şekilde ele alsak, belki de koca bir kitap olur.

Son söz 1 : Maddeler hâlinde yazdığım kısmın oluşturduğu zemini bir tarla gibi düşünürseniz, Cumhuriyet'in ilanından 102 yıl sonra birilerinin ümmetçilik tohumlarını o tarlaya ekmeye yeltenecek cesareti nereden ve nasıl bulduğunu da anlamış olursunuz.

Son söz 2 : Sorunun, geçmişten gelen köklerinin de bulunduğunu ve tek nedenli değil "çok faktörlü" olduğunu belirtmiş olmam; açıktan veya imalı bir şekilde, onun çözümsüz olduğunu öne sürdüğüm anlamına gelmiyor. Tam tersine, doğru teşhis / doğru tedavi mantığıyla konuya çözümcü yaklaştığımın bir göstergesi bu yazdıklarım. Bu biraz da şuna benzer: Bir diş hekimi, kökü derinde diye çürük dişi çekmekten veya tedavi etmekten vazgeçmez ama ona uygun teknikler kullanır.

neden dertlenmişler ki rönesans ve reformu yapmışlar?
 
neden dertlenmişler ki rönesans ve reformu yapmışlar?

Bu soruyu, yalnızca Rönesans ve Reform bağlamı ile sınırlı tutarak cevaplamak pek mümkün de değil, anlamlı da...

İnsan doğasının bir yanı eldekini muhafaza etmeye dönükken, diğer yanı; hak ve örgürlükleri genişletmeye, kendisini sınırlayan etkenleri aşıp geçmeye ve gördüğü adaletsizliklere, çelişkilere başkaldırmaya dönüktür. Bazen buna, zaaf seviyesine kadar tırmanabilen hırslar da eşlik edebilir ama o da yine sınırları aşma dürtüsüne kaynaklık eder.

Bu doğal güdüler, kendini farklı çağlarda, farklı ortam ve koşullarda farklı şekillerde gösterebilir ama özü değişmez. Belli sürelerle baskılanmış olmaları da onları tümüyle yok edemez.

Bence Rönesans ve Reform da bu kapsamdadır.
 
Bu soruyu, yalnızca Rönesans ve Reform bağlamı ile sınırlı tutarak cevaplamak pek mümkün de değil, anlamlı da...

İnsan doğasının bir yanı eldekini muhafaza etmeye dönükken, diğer yanı; hak ve örgürlükleri genişletmeye, kendisini sınırlayan etkenleri aşıp geçmeye ve gördüğü adaletsizliklere, çelişkilere başkaldırmaya dönüktür. Bazen buna, zaaf seviyesine kadar tırmanabilen hırslar da eşlik edebilir ama o da yine sınırları aşma dürtüsüne kaynaklık eder.

Bu doğal güdüler, kendini farklı çağlarda, farklı ortam ve koşullarda farklı şekillerde gösterebilir ama özü değişmez. Belli sürelerle baskılanmış olmaları da onları tümüyle yok edemez.

Bence Rönesans ve Reform da bu kapsamdadır.

ikisinde de düşünme ve bi harekete geçme var. ister istemez biz niye dertlenmemişiz sorusu akla geliyor.


`En dogrusunu klise bilir. En iyi adaleti klise verir.` yanlisligina dur demek icin.

cennetten tapu satan ve günahları ücreti karşılığında sıfırlayan kilise anlayışını kral ya da cumhuriyet yıkmadı. kendi içinden çıkan bi itirazla ''protestan ahlakı'' güneş gibi parladı. bu dünyada fakir kalın, kiliseyi ve kralı besleyin öbür tarafta huzur bulun düşüncesi çalışalım, kazanalım, yatırım yapalım ve şatafatsız bi hayat yaşayalıma döndü. o da zamanla kapatilazime evrildi.
 

Forum istatistikleri

Konular
8,411
Mesajlar
138,094
Üyeler
3,325
Son üye
RauchGSD

Son kaynaklar

Son profil mesajları

mechanic ayhanarican mechanic wrote on ayhanarican's profile.
https://www.allmystery.de almanca biliyorsan burada araştır. Yapay zekada çeviriyor gerçi.
Almanların matematik bilgisi daha iyi oluyor.
“Kendi yolunu çizen kişi, kimsenin izinden gitmez.” – Nietzsche
Kim İslâm’da güzel bir çığır açarsa (güzel bir alışkanlık başlatırsa), onun sevabı ve kendisinden sonra ona uyanların sevapları, onların sevaplarından hiçbir şey eksilmeksizin ona da yazılır.
erdemtr55 taydin erdemtr55 wrote on taydin's profile.
Merhaba Taydin bey,
Gruba spms serisi yapıcak mısınız?
ben 3 sargılı toroid ile 2 adet flyback sürücek bir devre yapmayı düşünüyorum.size soracak sorularım vardı?
Mutluluğun resmi illa güzel çizilmiş tablo olmak zorunda değil.Bazen basit bir çizgi,doğru bir renk,yada küçük bir detay
Back
Top